Klerk ve beyazlar, yeni kurulacak demokraside herkesin oy hakkı olmasını kabul ediyordu. Böylece ülkenin %70’ini oluşturan siyahlar ilk kez seçme ve seçilme hakkına sahip olacaktı. Bu da daha önce neredeyse bütün kamu görevlerini, siyasi pozisyonları dolduran beyazların ayrıcalıklarını kaybetmeleri, iktidar gücünü ilk düzenlenen serbest seçimde bırakmaları demekti. Klerk bunun karşılığında yeni anayasa yapım süreci öncesinde müzakere sürecinde 34 temel ilkeden oluşan Geçici Anayasa adında bir metin kabul edilmesini istedi. Bu metin serbest seçim sonrası oluşturulacak kurucu meclisin anayasaya yaparken bağlı olacağı ilkeleri belirleyecekti. Klerk’in kaygısı özel mülkiyet hakkıydı. Klerk daha öncesinde mallarına el konulan siyahların, bu sefer siyasi iktidarı ele geçirince beyazların mallarına bedelsiz kamulaştırmayla el koyacağını düşünüyordu.
Bu nedenle özel mülkiyet hakkının ve beyazların diğer haklarını koruyacak Geçici Anayasa metni şarttı. Böylece siyahların çoğunluk oluşturacağı kurucu meclis, beyazların temel haklardan mahrum olduğu bir rejim kuramayacaktı. Klerk ayrıca, yeni anayasa metninin kurucu mecliste 2/3 oy oranıyla kabul edilmesini, yasama ve yürütmeyi denetleyecek bir Anayasa Mahkemesi’nin kurulması ve bu mahkemeye kurucu meclisin yaptığı anayasayı Geçici Anayasa’daki ilkeleri temel alarak denetleme yetkisi verilmesini talep etmişti.
Mandela ve siyahlar da bu teklifi radikallere rağmen kabul etmek zorundaydı. Zira Sovyetler dağılmış, ANC’nin silah ve maddi desteği de çoktandır kesilmişti.
Bu uzlaşı sonucunda siyahlara oy hakkı tanındı, Apartheid’in yasama organları Geçici Anayasa’yı kabul etti. Mandela’nın liderliğindeki ANC ise uzlaşı sonucu ilk düzenlenen 1994 seçimlerinde %62 oy aldı. Beyazların partisi ise ancak %20 alabilmişti. ANC tek başına 2/3 temsili yakalayamadığı için beyazlarla birlikte yeni bir anayasa yazmak zorundaydı. Böylece demokrasiye geçiş sürecinde hem demografik gruplar hem de Anayasa Mahkemesi gibi anayasal kurumlar oluşan yeni çoğunluğu denetliyordu. Meclisin oyuyla başkan seçilen Nelson Mandela da yemin ederek resmen ülkenin ilk siyah başkanı olarak göreve başlamış, Anayasa Mahkemesi’ne çoğunluğu beyaz, ama hepsi demokrat ve liberal yargıçları aday göstermişti.
Anayasa Mahkemesi’nin ilk görevi ise, kurucu meclisin oluşturduğu anayasa metninin Geçici Anayasa’daki temel ilkelere uygunluğunu denetlemekti. Anayasa Mahkemesi, ülkenin demokratik bir seçimle oluşturulmuş, siyahların ilk kez oy kullanarak seçtiği kurucu bir meclisin kabul ettiği anayasayı dahi denetlemiş, daha ilk günden çok itibarlı ve güçlü bir kurum olarak kendini göstermişti.
Daha sonrasında Anayasa Mahkemesi kuruluş aşamasında elde ettiği gücünü hiçbir zaman bırakmadı ve bugün Lahey’de özgüvenli bir şekilde İsrail’i sanık sandalyesine çıkartan hukukçuları yetiştiren köklü bir kuruma dönüştü.
İçtihat ihraç eden bir mahkeme
Mahkeme kurulur kurulmaz idam cezasının anayasaya aykırı olduğuna hükmetti, Mandela gibi popüler bir liderin yasaları yürütme kararıyla değiştirebilme yetkisini anayasaya iptal etti. 2005 yılında ABD’den önce bir mahkeme kararıyla eşcinsel evliliğin yasal olduğunu ilan etti. Özellikle Apartheid rejiminin bakiyesi olan ekonomik eşitsizliği telafi etmek için ekonomik ve sosyal haklar konusunda dünya çapında atıf yapılan, derslerde okutulan kararlara imza attı. Bunlardan biri de Grootboom kararıydı. Mahkeme, devletin ihtiyaç sahiplerinin barınma hakkını karşılama konusunda devletin bir pozitif yükümlülüğü olduğuna hükmetti. Bu davadan sonra birçok Güney Afrikalı okul kitaplarından, sağlık hakkına birçok ekonomik ve sosyal hak konusunda dava açmaya, devletin bu tür konularda azami sorumluluk göstermek zorunda olduğunu ileri sürmeye başladı.
Verdiği bir kararla başkanlık döneminde yolsuzluk yapmakla suçlanan eski başkan Zuma’nın hapis cezasını onayladı, popüler bir siyasetçinin hapse girip hesap vermesine sebep oldu.
Daha öncesinde devletin sosyal ve ekonomik hakları açısından vatandaşlarına karşı pozitif sorumluluğunu ileri süren birçok Anayasa Mahkemesi davasında avukatlık yapan, çalışan Müslüman hukukçu Adila Hassim da işte böyle bir anayasal yargı kültüründe yetişti ve bu ay İsrail’e karşı açılan davada önemli bir rol üstlendi. Yine Güney Afrika’nın hukukçu ekibinde yer alan Tembeka Ngcukaitobi, yolsuzluğa bulaşan eski başkan Zuma’ya karşı açılan davada kendini gösterdi, Anayasa Mahkemesi nezdinde eski başkanın hapse girmesi gerektiğini savundu. John Dugard ise, Anayasa Mahkemesi’nin doğrudan uluslararası hukuk kurallarını bağlayıcı gören ve bunlara sıklıkla atıf yapan kararları olduğu düşünüldüğünde Güney Afrika’daki en saygın ve sözü dinlenen uluslararası hukukçulardan biri olarak ekibin içerisinde yer aldı. Yine ANC’nin antidemokratik uygulamalarına, gazetecilere baskılarına ve Putin hakkındaki yakalama emrini uygulamasını sağlamak adına hükümete karşı dava açmış muhalif hukukçu Max du Plessis de hukuk ekibindeydi.
Sanırım Güney Afrika’nın hukuk ekibinde olup yolu Güney Afrika Anayasa Mahkemesi’nden geçmemiş olan tek kişi İrlandalı avukat Ni Ghralaigh’ti.
Tabii ki Güney Afrika’nın İsrail’e dava açmasının başka sebepleri de vardı.
Apartheid’in kara gün dostu: İsrail
Her ne kadar Apartheid rejiminin önde gelenleri 2. Dünya Savaşı ve sonrasında Nazi sempatizanı ve antisemitist olsa da 1960’lı yıllarda İsrail’in özellikle yeni bağımsızlığını ilan eden ülkelerden ve Doğu’dan tepki görmesi, Apartheid Güney Afrika’sının da giderek tecrit edilmesi iki ülkeyi yakınlaştırdı. 1960’lı yıllardan itibaren İsrail ve Güney Afrika, diplomatik, ticari ve sosyal açıdan yakınlaşan iki ülke olmuştu. Özellikle iki ülke arasındaki askeri iş birlik çok yoğundu. İsrail, Apartheid’a silah satıyor, eğitim veriyor, askeri taktiklerini paylaşıyor, Güney Afrika da öğrendiklerini kendi halkları üzerinde uyguluyordu. Hatta Guardian’ın iddiasına göre iki ülke olası bir nükleer silahın üretilmesi için dahi iş birliği yapmıştı.
Böyle bir durumda Apartheid’a karşı direnenlerin gözünde İsrail de düşmandı. Zaten Mandela ve yoldaşları, İsrail’i de bir Apartheid rejimi olarak görüyor, beyazlar gibi Batı’dan gelen ve Filistinlilere ayrımcılık uygulayan bir kolonyal ülke olduğunu söylüyordu. İsrail’in Filistinlilere geçiş sınırlamaları koyması, köylerinden sürmesi, evlerine ve tarlalarına el koyması, yerleşimlerle topraklarını elinden alması, duvarlar çekip tecrit etmesi Apartheid rejiminin uygulamalarını akıllarına getiriyordu. Bunun da etkisiyle günümüzde Amnesty International gibi insan hakları örgütleri İsrail’e Apartheid rejimi demeye devam ediyor.
Mandela ve siyahların iktidara gelmesinin ardından, Güney Afrika her zaman Filistin’i destekledi, İsrail’i eleştirdi. Gazze’de yaşanan her katliamda büyükelçiliklerini geri çekti, diplomatik ilişkilerini askıya aldı.
Ayrıca Güney Afrika’nın %2’lik Müslüman nüfusu da Filistin konusunda oldukça hassas. Davanın açılmasında etkin rol oynayan Dışişleri Bakanı Naledi Pandor da Müslüman biriyle evlenerek İslam’a geçen bir ANC lideri. Diğer bir yandan, ülkenin şu anda 65 bin kişiye düşmüş Yahudi cemaatinde de özellikle geçmişte ANC ile birlikte hareket eden Yahudilerin mirasını taşıyan solcular İsrail’i sık sık eleştiriyor, protesto ediyor.
Bütün bunların etkisiyle de Güney Afrika bugün Mandela’nın mirasını yaşatıyor ve İsrail’i sanık sandalyesine çıkartıyor.
Mandela’nın en büyük mirası: Kararları uygulanan bir Anayasa Mahkemesi
Güçlü bir mahkemeye sahip olmasına rağmen Güney Afrika, bugün ciddi sorunlarla baş başa. Evet, iktidar denetleniyor, mahkeme kararları uygulanıyor, fakat ekonomik eşitsizlik, yolsuzluk gibi sorunlar çok derin. Beyazlar mülklerine el konulacağı korkusuyla silahlar ve kaçış planlarıyla yaşıyor. Toplumsal gerilim fazla, adli vakalara karşı kolluk kuvvetleri yetersiz, güvenlik sorunları ciddi. 2024 seçimlerinde bedelsiz kamulaştırmaları savunan radikal solcu EFF yükselişe geçebilir, ANC ilk kez %55 oyun altına düşebilir.
Bu yüzden İsrail’e karşı açılan bu dava, aynı zamanda 2024 Mayıs’ta düzenlenecek genel seçimler öncesi Güney Afrika hükümetinin elini güçlendiren bir kampanya. Ekonomik ve sosyal sorunların derinleştiği bir ülkede, hükümetin uluslararası arenada İsrail gibi geçmişte Apartheid’i desteklemiş bir ülkeye had bildirmesi etkili bir siyasi başarı. Fakat ANC’nin oyu bugüne kadar en düşük %58’e düştüğü için hikaye, siyasi bir taktiğin ötesinde. Esas amaç Mandela’nın mirasını yaşatmak. En azından hukuk ekibinde yer alanlar için.
Nitekim Mandela’nın mirası sadece baskıya karşı mücadele vermek değildi. Bu mücadele sonrası bu baskıların bir daha yaşanmamasına yönelik gerçek bir demokrasi hikayesi yazmak da Mandela’nın mirasıydı. Mandela, anayasal hakkı olmasına rağmen sadece bir dönem başkanlık yapıp, popüler kurucu liderlerinin aksine hayatta yaşarken koltuğu bırakmış, kenara çekilmişti. Daha en başından Anayasa Mahkemesi’nin denetimini kabul etmiş, hoşuna gitmeyen kararlara demokrasi gereği riayet etmişti. Kendisine ömür boyu hapis cezası verenlerle, soydaşlarını katledenlerle, kendi deyimiyle “bir hayvan gibi” davrananlarla masaya oturmuş, el sıkışmış, kendi mahallesinin radikallerini barış uğruna susturmuştu.
En büyük miraslarından biri de kurulduğu ilk günden beri güçlü bir kuruma dönüşen Anayasa Mahkemesi’ydi. Anayasa Mahkemesi açılışında Mandela, mahkemeden hukuki metinlerde uzun uzun anlatılan temel insan hakları ve özgürlüklerini benimseyip sahici bir şekilde savunmasını istemişti. Mahkeme Mandela’nın nasihatini dinledi. Verdiği kararlarla bu değerleri, temel hukuk ilkelerini hem ülke çapında korudu, iktidarı her fırsatta denetledi, hem de içtihadıyla tüm dünyaya örnek oldu.
Ve en önemlisi, oluşturduğu dinamik anayasal yargı atmosferinde yetkin, genç ve demokrat hukukçuların yetişmesine vesile oldu. Bu hukukçular da sırası geldiğinde yeteneklerini ve belagatlerini Lahey’de gösterdi, çok önemli bir davanın açılmasını, İsrail aleyhine önemli tedbir kararlarının alınmasını sağladı.
Güney Afrika’nın, Filistin savunuculuğunda öncülük etmesi veya İsrail’i sanık sandalyesine oturtması herkesi şaşırttı. Bir Cuma vakti açıklanan mahkeme kararını duyunca özellikle Filistin konusunda hassas olan birçok Müslümanın aklına büyük ihtimalle şu soru takıldı: Filistinle sınır komşusu olan, aynı dili konuşan, aynı dine inanan insanların çoğunluk olduğu ülkelerin eli kolu bağlı mıydı da 7 bin kilometre uzaklıktaki Güney Afrika sancağı eline alıyordu?
Düşününce aslında her ne kadar bilinçli bir tercih olmasa da bu davayı Müslüman çoğunluğa sahip bir ülkenin açmaması, İsrail’in istediği gibi meselenin dinler ve kültürler arası bir savaşa dönüşmemesi için de iyi bir denk gelişti. Fakat böyle bir davayı Güney Afrika’nın açması asla şaşırtıcı değil.
Zira böyle bir dava için sadece Filistinlileri sevmek, desteklemek yeterli değil.
Zira sadece kurulduğu ilk günden beri önemli kararlara imza atan, iktidarı denetleyen, gücünü sınırlandıran, buna rağmen her kararı harfiyen uygulanan bir Anayasa Mahkemesi’ne sahip bir ülke, İsrail’in zulmü karşısında çözümü mahkeme salonlarında arayabilirdi.
Sadece kapıdan çıkınca savunacağı hukuk kurallarını, evinin içinde de uygulayan bir ülke Batı’ya İsrail söz konusu olunca askıya aldığı hukuk kurallarını hatırlatabilirdi.
Sadece geçmişiyle dürüstçe yüzleşmiş, hakikatin ortaya çıkarılması, geçmişin tekerrür etmemesi için anayasal reformlar yapmış bir ülke, İsrail’i kendi zulmüyle yüzleştirebilirdi.
Sadece iktidara muhalif hukukçuların dahi sürece dahil edildiği, anayasa yargısının etkin bir şekilde işlediği, birçok iyi hukukçunun hükümete karşı açılan davalarla adeta “hukuki bir arenada” yetişip piştiği bir ülke bugün İsrail karşısında sosyal medyada alkışlanan başarılı konuşmaları yapan bir ekip kurabilirdi.
Akıllara Güney Afrika’dan başka bir ülke gelmesi biraz zor.
Sanırım bu yüzden, şaşırmadan önce biraz şapkayı öne koyup düşünmek gerekiyor.
Aksi halde bizim payımıza hep “Allah razı olsun Mandela’nın evlatları” deyip uzaktan izlemek düşecek.
Yazan; Yunus Emre Erdölen
|